Doktora gidiyorum, hastalığım hakkında bir şeyler söylüyor; ama beni tatmin etmiyor söyledikleri. Başka bir doktora gidiyorum, o daha da başka şeyler söylüyor. Geçiyorum internetin başına, kendimce bir araştırma yapayım, öğreneyim, bu işin aslı nedir diye, kafam daha da çok karışıyor. Zihnim allak bullak, çıldıracak gibi oluyorum. Her kafadan bir ses çıkıyor, bunun bir doğrusu yok mu? Aklın yolu bir değil mi? Hoşlanmayacağınız bir cevap vereyim, maalesef aklın yolu bir değil. Dünyadaki her şey için geçerli bu, sadece sağlıkla ilgili konularda değil.

Blogumda bilimin şaşırtıcı yönlerini içeren yazılar yazacağım. Siz de bana katılmak ister misiniz?

Belirsizlik çoğu zaman cansıkıcı, öfkelendirici olur; ama bazen de umut kaynağı olur. “Kurt dumanlı havayı sever” de deriz, “gün doğmadan neler doğar” da… Komşunun tahlil sonucuna bakıp hastalık teşhisi konmuştur da, sizin tahlilinizde aynı rakamlara “normal” denmiştir. Aslında sevinmeniz gerekir bu duruma, ama içinize bir şüphe de düşer bir yandan. Acaba komşunun ya da sizin doktorunuz hata yapmış olabilir mi? İnsan bu, elbette hata da yapabilir. Ama bu görecelilik konusunu da akıldan çıkarmamak gerekir. Kime göre, neye göre, hangi şartlar altında ölçüm yapılmıştır? Mesela kan basıncı (tansiyon) gün içinde sabit değildir. Hareketten, heyecandan, istirahatten, ilaçlardan etkilenir. “Benim tansiyonum 15’e 10” diyen kişi, aslında belli bir andaki kan basıncı ölçümünün sonucunu söylüyordur. Tek bir ölçüme bakarak kişi “tansiyon hastası” ilan edilmemelidir. Belki de mutlaka kötü bir nedenden ya da hastalıktan kaynaklanan bir durum değildir bu ölçüm sonucu… İşte belirsizlik, burada umut kaynağı oldu. Öte yandan; üzülmek, paniğe kapılmak, herhangi bir durumu düzeltmeye yardımcı olmayacağı gibi, daha da kötüleştirir. Panik halinde yanlış kararlar verip yanlış şeyler yapma ihtimaliniz artar. Tansiyonunuz gerçekten yükselir!

Bir de ölçümleri kesin şekilde doğru yapamadığımız ya da sınırları net olarak belirleyemediğimiz durumlar vardır. Bu noktada ister istemez aklın yolu tek olmayacak, varılacak karar yoruma bağlı olacaktır. Mesela bir odada iki kadın görüyorsunuz. Bu kadınlardan biri 2 aylık gebe ise, odada kaç kişi var demeliyiz? Peki 9 aylık gebeyse o kadın? Bir saat sonra doğum yaparsa odada kaç kişi olacaktır? Gebe bir kadın kaç kişidir; 1 mi, 2 mi, yoksa ikisinin arasında bir sayı mı?

Görüldüğü gibi, daha sayı saymada bile takıldığımız durumlar olabiliyor.

Bir de kuantum fiziği var ki, şahsen bu konudaki duygularımı, “onu anlamak, anlamamayı anlamaktır” diye tarif ediyorum. Sosyal medyada, “kuantum çift yarık deneyi” araması yapmanızı ve bulduğunuz videoları izlemenizi öneririm. Bu konudan öğreneceğiniz şey; “elektronlar gözlemlenMEdiğinde bir şekilde, gözlemlendiğinde farklı şekilde davranıyorlar” olacaktır. “Nasıl yani, elektronların hareketi gözleyene bağlı olarak değişiyor mu? Elektronlar gözlendiklerini nereden biliyorlar? Saçmalık bu!”

Saçmalık değil değerli okuyucular. Üstelik bu bilgi yeni de değil; geçen yüzyılın başlarından beri bilinen, defalarca ispatlanmış fiziksel bir gerçeklik bu. Sizi bilmem ama, bu fenomen bana umut aşılıyor. Nasıl mı? Belki de bakış açımız, yorumlama şeklimiz, maruz kaldığımız durumların seyrini de değiştiriyordur diye düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. Hani diyorlar ya, “iyi düşünün, iyi olsun.” Belki de bir gerçeklik payı vardır bu önerinin. Kötüye odaklanmak nabzınızı hızlandıracak, tansiyonunuzu, kortizolünüzü, kan şekerinizi yükseltecek, sizi sürekli “savaş ya da kaç” pozisyonunda tutacak; yani bir şekilde size zarar verecek, burası kesin.

Elbette ki tedbirsiz, günübirlik yaşamayı önermiyorum. Ama düşünün; bir şey yaparken, daha sonucu bile belli olmadan sürekli “ya kötü bir şey olursa” korkusunu taşıyarak, içiniz kıpır kıpır ederek zamanı geçirmek var, öte yanda “elimden geleni yapıyorum ve sonucun iyi olmasını ümit ediyorum” diyerek zamanı geçirmek var.

Siz hangisini tercih ederdiniz?